Odama sığan hayat manzarası. Tek perde.
“Ne sardunyasız, ne kedisiz, ne de deftersiz”
Sevgili Zehra hocam,
Bugün Pazar. Mayısın son günü ve sokağa çıkma yasaklı hafta sonlarının da sonuncusu. Şimdilik. Yarın yeni bir dönemin başlayacağı müjdeleniyor bize. Salıncakların ağaçlara, balıkların oltalara geleceği, atlı karıncaların yeniden döneceği söyleniyor. Öyleyse “bir dönem kapanırken” geride bırakacağımız son üç aya gönül rahatlığıyla bakabiliriz artık diye düşündüm. Mektubun sınırlarını aşmamak için sizin de önerdiğiniz gibi konuyu “evde kalma” ile sınırlıyorum. Vaat edildiği gibi “hayat eve sığdı” mı, dar mı geldi, yoksa taştı mı? Sokaktan el etek çekip eve sığınmak nasıl bir deneyim(di)?
Sanırım kendi “evde kalma” deneyimimi kurcalayarak lafa başlamak daha doğru olacak. Çünkü ben sözcüğün tüm çağrışımlarıyla örnek bir “evde kal Türkiye” neferiyim hocam. Ani gelen sancılarla annemin beni doğurduğu evimizde neredeyse kımıltısız otuz küsur yıldır yaşadığım düşünülürse yaşım kadar “evde kalmışlığım” var. “Her yazar kendi doğduğu odayı anlatır” derler ya hani. Bununla vurgulanan şüphesiz ilk çocukluk ve gençlik deneyimimizdir; dünyayla ilk tanışmalar, ilk göz kırpışlar. Bu dönem benim odamın pencereleri de çoğumuz gibi oraya, geçmişe açıldı. Bütün arkadaşlık ve dostlukların yaşadığın mahalleden, hatta oturduğun sokaktan ibaret olduğu günlere. Aslında odamın manzarası hep oraya bakıyormuş. Parıldayıp duran fırsatlar varmış orada ama görememişim. Beni bebeklikten tanıyan bir komşumuz var örneğin. Memleketin asla yan yana gelmez iki üç partisine oy vermekle meğer birbirimizden ne kadar uzaklaşmışız. Bu dönemde en yakın arkadaşım o oldu. Biliyorsunuz, biz evlerin çoğunluk tek ya da iki katlı ve önlerinde bahçeleştirmeye müsait ufak soluklanma alanlarının olduğu, herkesin birbirini neredeyse kundaktan tanıdığı bir tepeüstünde oturuyoruz. Her gün komşumuzun tasarladığı iki bin metre uzunluğundaki uçurtmalarımızı uçurduk o tepede. Birlikte gül, hanımeli ve yasemin sarmaşıkları diktik. Katırtırnağı toplamaya gittik. Bahçemize heves eden mahalleliye çiçekler hediye ettik, türküler söyledik. (Size şu satırları yazarken bile pencereme taş attılar, “uçurtma uçuruyoruz gel” diye.) Eskilerden konuşuldu, çekilen çilelerden, zor şartlarda okutulan çocuklardan, mahallenin susuz günlerinden, etrafımızı saran dağlara yapılan lüks siteler ve avemelerle buraların tadı tuzunun kaçtığından, o lüks evlerde oturanların beyaz jipinin sıçrattığı çamurlardan gına geldiğinden, “oh canıma değsin, nasıl balkonlarına sıkıştılar, zenginlik para etmiyor”lardan, ölen aile büyüklerinden sonra ve eskiden her şeyin daha güzel olduğundan. Siyasetten arınmış sözlerle konuşmayı öğrenince birbirimizin en kırılgan, en hassas noktalarını da gözetmiş olduk sanırım. Yıllar var ki, herkesin bizim bahçede toplandığı geçtiğimiz bayram sabahı kadar güzel bir bayram günü hatırlayamıyorum. Mahalleyi balonla süsleyen gençler bizim ağacın eriğiyle mükafatlandırıldı, çocuklara bayram şekeri diye minik saksılara dikilen renkli begonyalar verildi. Sokağa çıkmanın yasak olduğu o gün devriye gezen polislerle köşe kapmaca oynandı. Eee tabi çocukların uçurtmaları da özgür kaldı. Sanırım böyle bir manzarada, birçoğu işsiz kalan yeni evli, bebekli genç aileleri desteklemek için nasıl bir dayanışma ağı kurulduğundan söz etmeme gerek bile yok. Şu en sevdiğimdi: “Gönül rahatlığıyla işeyebilirsin Can bebek, üç aylık bez paran benden”.
Hayatın hiçbir zaman bu kadar kolay gitmediğini, rüzgarlı tepelerde uçurtma uçurmaya benzemediğini biliyorum. O tepeyi yağmur, çamur, kar demeden yıllar var nasıl çıktığımızdan biliyorum en çok da. Evle kurduğumuz ilişkinin her zaman böyle çiçek gibi olmadığını da. Niyetim size nostaljik, tastamam mutlu bir mahalle resmi sunmak değil. Şimdi düşünüyorum da geçmişi tazeleyen bunca muhabbet ve evlerimizi renklendiren bunca çiçek konuşulmayan, açığa çıksa neyi değiştirecek dediğimiz sıkıntıların, acıların üzerini şefkatle örtmekten başka ne ki! Aslında ev ve aile üzerine düşünüp durmak öteden beri bir takıntı bende. Hele de benden yaşlı eşyaların anılarıyla dolu bir evde yaşayınca. Salgın bu takıntıyı tetiklemedi, doruğa çıkardı sadece.
Odama sığan hayat manzarası.
Tek perde.
“Ne sardunyasız, ne kedisiz, ne de deftersiz”
Ev bir yuva, bir sığınak, bir kovuk mu yoksa tehlikeler, sırlarla, suskunluklarla dolu hayalet bir yer mi? Cinsiyeti var mı evin? Söylendiği gibi sürekli oraya dönmeyi özlediğimiz bir düş kurma mekânı mı ev? Halihazırda kırık, parçalı, sorunlu olan ev hayatı bu karantina günlerinde daha mı parçalandı, yoksa yaralar sarıldı mı? Evdeki hayat sahnemiz birbirimize ve dünyaya güvenimizi örseliyor mu, yoksa dayanma ve dayanışma gücümüzü tazeliyor mu? Evin gerçekten kendi açtığı yaralara merhem olma gücü var mı? Bence ev ancak kabuk olabilir yaralara ve her deştiğinde kanar. Payıma düşen ev ödevini bu kez zorlanmadan, sızlanmadan, ertelemeden yaptım. Biraz unutarak, biraz bağışlayarak ve biraz da barışarak. Hepsinden çok kabukları kanatmadan. Hayattan takdir beklemiyorum, geçer not olsam kâfi.
Bu soruları sorarken sizin de tanıdığınız bir arkadaşımı çok düşündüm. Karantina günlerinde annesinin beyin kanaması geçirdiğini öğrenince apar topar şehir dışına gitmişti. Anne yoğun bakımda, virüs tehlikesi yüzünden hastaneye giriş çıkışları rahat değil. Ellerinden hiçbir şey gelmiyor. Bir de başka yaralar açıldı. Arkadaşım yıllar sonra, terk ettiği o ilk çocukluk evine döndüğünde bütün travmaların, sıkıntıların, kâbus gibi basan yaşantıların orada hiç yaş almadan kendisini beklediğini fark etmişti. Salgının verdiği kapatılmışlık hissi bir yana artık kendini ait hissetmediği, kaçmak istediği anne evinde annenin yokluğunda tutulmuş olmak çifte klostrofobi yaratmıştı. Bu duyguyu iyi biliyorum. Okuduğum ve izlediğim oyunlarda da çağrısına kapılmışlığım çoktur. İbsen, Çehov ve ardıllarını hep daha ayrıcalıklı okumamın sebeplerinden biri de bu.
Evlenseler de, kaçsalar da aslında baba ya da anne evinden hiç kurtulamamış ve evi bir kambur gibi göğsünde taşıyan oyun karakterlerini düşünüyorum hocam. Hatta özlüyorum desem yeridir. Hayatı evin sınırlarıyla çizilenleri, hayalleri evin dışına taşanları ya da ne kadar ayrılsalar da hep ev hasreti çekenleri. “Babamın evinde babamın, kocamın evinde kocamın düşüncelerini benimsedim” diyen Nora’yı, çeyiz diye yanında getirdiği babadan kalma eski piyanosu ve pistolleriyle var oluş sıkıntısını gidermeye çalışan Hedda Gabler’i, zenginlerin partisinden babasının getireceği yiyeceklerin hayalini kuran yoksul çocuk Hedvig’i, bir martı olduğunu sanan ama hep aynı çiftliğin gölüne sürüklenen Çehov karakterlerini, sonra eve dönüşleriyle felaketi beraberlerinde getiren Oidipus’u, Hamlet’i ve “aziz olmasalar da” beklemenin önemine inanmış Beckett kişilerini… Onlara da “evde kalmak” buyrulsaydı trajedileri daha mı katmerleşirdi sizce?
Türkiye’den oyunları hatırlıyorum. Eskiden beri oyunlarımızın İbsenler’de olduğu gibi çoğunlukla ev’e kaçtığını fark ediyorum. Batı dramı evi çürümeye yüz tutmuş aile ve toplumsal yaşamın mimari metaforu olarak, bir bakıma hem içeriksel hem yapısal bir dramatik malzeme olarak işliyordu. Yanan evler, yıkılan, satılan çiftlikler, kapısı çarpılan koca evleri, ipotekli villalar… Çatısının altında sırlar, günahlar, ikiyüzlülükler büyüten evler her defasında yıkılmaya mahkumdu ve bu enkazdan yeni bir oyuna hikâyelik edecek yeni evler yapıyordu oyun yazarı. Bizde ise yıkılmaya mahkum evleri değil, bir şekilde kurtarılmayı bekleyen ve ocak’ın hep tütmesi lazım gelen aile yaşantılarını anlattığımızı görüyorum. Bunu daha çok Cumhuriyet dönemi oyunları için söyleyebilirim. Aileyi tüm sırlarına ve açtığı yaralara rağmen neden hâlâ koruyup kolluyoruz? Bu soruyu en çok kendime soruyorum. O sevdiğim oyunların bana bu kadar tanıdık ve bir o kadar yabancı gelmesinin sebeplerini seziyorum belli belirsiz.
Bir de yakın dönem oyunları hatırlıyorum, kimileri bugün yaşadıklarımıza nasıl da benziyor diye. Nihayet Makamı’nın Menderes döneminde yaşayan ve sokağa çıkma yasağına rağmen evden kaçıp o harabe konağın anılarını canlandıran Sabriye’si şimdi nasıldır? Bugün karantinada olsa ne yapardı acaba 65 yaş üstü haliyle? Kim Var Orada’nın Muhsin Bey’i her akşam yeniden ve yeniden anılarını yazıp hep yarım kalmaya yazgılı Hamlet’i nihayet sahnelemenin bir yolunu bulabilmiş midir acaba? Yoksa ev yeni hayaletlerle mi dolup taşmıştır her gece? Hücresindeki Zabel yaşamına değen kadınları belleğinin tiyatrosunda gülümseyerek karşılamakla tarihin yıkıntılarının arasından kalkabilmiş midir? Eminim o kendi için değil, genç ve hamile sorgu memuru için endişelenirdi “dışarıda salgın varmış, aman dikkat et çocuğum” diye. Unutulan’ın Mari ve Nıvart’ı. En zoru onların durumu. Bir gün bizi almaya gelecekler umuduyla esir düştükleri o ücra otel odasına belli ki bugün kimse gelmeyecekti. Biri zaten tüberkülozdan ölürken diğerine yanaşmaya cesaret edebilecek miydik? Şehre göç ettikten sonra ev hayatı iyice cehenneme dönen, evin sıkıntısından gözüne uyku girmeyen, derdini köydeki tulumbasına anlatır gibi bize döken küçük Dirmit’i hatırlayalım. Yirmi yaş altındaki Dirmitler anne baba baskısından kurtulsa sokakta onları bekleyen polisleri ne yapacaklardı? Evi bellediği sokakları büyük bir toplumsal ayaklanmanın patlamasıyla yüz binlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşayan kimsesiz Avzer mesela, nasıldır şimdi sokaklar ölüm sessizliğine büründüğünde ya da o isyan günlerinden dost bellediği hangimiz evine alabilmişti Avzer’i salgın günlerinde?
Siz ne düşünüyorsunuz hocam? Oyun ve roman karakterlerinizi anıyor, hatırlarını soruyor musunuz? Oyunlarınızdaki Lenalar, Leylalar, Serpiller nasıldır şimdi? Eve kapanmak sevdiğimiz, izlediğimiz, yarattığımız oyun kişilerinin hayatlarını nasıl etkilemiş olabilir? Şairin tanımladığı “odası, dünyadan büyük” karakterleriniz var mı ya da tam tersi, dünyası bir odadan bile dar olanlar? Evden kurtuldum derken bir kafenin küçüçük, güneşsiz fal odasına sıkışan Hayal Satıcısı’nın Serpil’i söz gelimi, yıllardır uyguladığı şiddetin yerini şimdi ekonomik sömürüyle değiştiren kocasına tuzak kurup onu başından def edecekken salgın çıksaydı ve fal kafe kapansaydı, yani kurtuluş umutları başka bahara kalsaydı nasıl olurdu? Ya da ortalığı biraz daha kızıştıralım. Kocasını polise verdikten sonra yurt dışına kızının yanına gidemeseydi falcı Serpil Abla -malum uçak seferleri iptaldi- ve kocası hesap sormak için çıkagelseydi – ki Nuri siyasi tutuklu olmadığından koronavirüs indiriminden yararlanıp hapisten kesinkes çıkardı- işte o zaman Serpil için ikinci bir hayat mümkün olur muydu sizce?
Hepsi bir yana, sevdiğim oyun ve oyun karakterlerini salgın günlerinde kendimizle ortak bir trajedinin içinde hayal etmek insana haz verdiği kadar üzücü de. Sanki kimisi onları var eden hikâyenin yükünden arınacak, kimisi hikâyesiz kalacaktı; kimininki oyunun sınırlarından çıkıp “ooo yazsak roman olacak”tı, kimi de belki yepyeni bir başlangıcın gündoğumunda yeniden yazılmayı bekleyecekti. Hepsiyle sahnede ve seyir yerinde buluşmayı gerçekten çok özledim.
Mektubumu bir soruyla bitirmek istiyorum. Siz bugünleri eşiniz Norbert’le gündüzleri park yürüyüşleri, akşamları ortak zevkinize hitap eden bir filmi izleyerek Köln’deki evinizde değil de babanızın hayatta olduğu, sizin de yazarlığa yeni adım attığınız gençlik döneminizde geçirmiş olsaydınız ev’e dair tahayyülünüz nasıl olurdu? Hiç böyle düşündüğünüz oldu mu? Bir soru daha. Eve kapandığımız o birkaç aydan aklınızda en çok hangi imge ya da imgeler kaldı? O günlere dair hikâyenizi şekillendirecek bir metafor var mı? Kendi payıma cevaplayayım: Babamın annesini ve köyü özleyerek günaşırı yaptığı sütlaçlar, ki bana unutmanın ve barışmanın rengini hatırlatır ve polis sireniyle kaçışan çocuklardan geriye kalan başı boş uçurtmalar. Bu da elden kaçan fırsatların insana bazen nasıl da gülümsediğini.
Güzel haberlerinizi bekliyor ve cevabınızı her zamanki gibi iple çekiyorum.
Sevgiyle,
Eylem
Comments