Durmak istiyor insanlar. Evinin penceresinin sunduğu kadar bir manzaraya tutulmak belki sadece. Bir arkadaşım Hamlet gibi eylemsizliğe tutulmak ve durakalmak istediğini söylüyordu. Bir diğeri korona duraklamasını çok kıymetli bulduğunu, bir başkası ise karantinayla birlikte yeni bir zaman bilgisine vardığını. Bense ilk defa tüm dünyayla ortak bir trajedinin içine sığışıp kalmanın verdiği hüzünlü mutluluğu yaşıyorum galiba.
Sevgili hocam,
Yine sokağa çıkmanın yasak olduğu güneşli bir Cumartesi sabahı, taze ektiğim allı morlu küpeçiçekleri, renk renk sardunyalar, ismini kendinden çok sevdiğim mor petunyalarım ve günden güne olgunlaşıp gelen geçenin ağzını sulandıran can eriği dalları arasından yazıyorum size. Sağ olsun zakkum ağacımız bu sene öyle büyüyüp serpildi ki güneş dağıla dağıla geliyor artık bahçemize. Siz son mektubunuzda Köln’deki bahardan bahsetmişsiniz ya hani, ben de tabağı boş göndermeyeyim, azıcık buranın manzarasından söz edeyim dedim. Malum biz parklara, bahçelere, deniz kenarına gidemiyoruz. Manzaramız evimizin gördüğünden ibaret. Yolladığınız fotoğraflardan belli, orada bahar çok güzelmiş gerçekten. Siz de yerinden memnun yeni açmış çiçekler gibi çok mutlu, huzurlu görünüyorsunuz. İyi ki İstanbul’a gelmemişsiniz hocam. Yaş sınırı yüzünden büsbütün tıkılı kalacaktınız Cihangir’de. Evinizin bahçesi de kurtarmazdı sizi. İstanbul’daki hayatınızı, dostlarınızı özlüyorsunuz ama hiç olmazsa Köln’de baharın ve güneşin tadını çıkarıyorsunuz. Bizi soracak olursanız “her bahar erguvanlar içinde, bu bahar erguvan görmedik desek yeridir”. İyi ki küçük de olsa bir bahçemiz var. Toprakla uğraşmak o kadar güzel ki, hiç eldiven takmıyorum. Çocukken nasıl sırf içinde köpük var diye bulaşık yıkamaya bayılırdık ya, işte öyle girişiyorum toprağa nenemle birlikte. Tırnaklarımıza toprak dolmasına, parmak aralarımızdan böceklerin, solucanların, tırtılların geçişine bayılıyorum. Ölmek, gömülmek böyle bir şeyse ne güzel diyorum bazen.
Keşke hayat da ektiğimiz çiçekleri seyretmek kadar güzel olsa bu günlerde. İki mektuplaşma arası o kadar çok şey değişti ve bir o kadar da aynı kaldı ki ülkede. Bir bakan “şahsına ait” dediği bir meseleden istifa etti, ertesi gün yeniden göreve geldi. Vaka sayıları düşmeye başladı ama hastalık hala kol geziyor. Kimi yakınlarımız virüsten hastalandı, kimi iyileşti, kimi vefat etti. Bu ve benzeri pek çok şey bana şu iki temel aksı düşündürtüyor nedense. Birincisi Demirel’in şapkasından tavşan çıkarmaya benziyor: “Evet, nerede kalmıştık” diyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi kesintileri, kopuklukları, krizleri göz ardı edercesine farazi bir doğrusal hatta ilermek istiyor. İkincisi, biliyorsunuz her kriz döneminde, hemen her kırılma anında canlanan bir söylem: “Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Gezi zamanında çok sık kullanılıyordu. Şüphesiz o zamanlar bu söylem şeylerin eskisi gibi değil çok daha iyi olacağı umudunu müjdeliyordu. Ne de olsa yılların korku duvarı aşılmıştı. Şimdi işler tersine döndü sanki. “Eskisi gibi olmayacak” dediğimizde daha iyi olacağı kastedilmediği belli. Okuduğum kimi köşe yazıları “beter olacak”, kimisi ise yetmez “daha beter olacak” diyor. Bir de üçüncü yol düşüncesi var: Hamlet’in yolu. Bunu kısmen kendimde ve şu sıralar mektuplaştığım bazı tiyatro akademisyeni arkadaşlarımda görüyorum, duygusu ve tonu farklı seyretmekle birlikte. Durmak istiyor insanlar. Evinin penceresinin sunduğu kadar bir manzaraya tutulmak belki sadece. Bir arkadaşım Hamlet gibi eylemsizliğe tutulmak ve durakalmak istediğini söylüyordu. Bir diğeri korona duraklamasını çok kıymetli bulduğunu, bir başkası ise karantinayla birlikte yeni bir zaman bilgisine vardığını. Bense ilk defa tüm dünyayla ortak bir trajedinin içine sığışıp kalmanın verdiği hüzünlü mutluluğu yaşıyorum galiba. Her sabah başka bir trajik kahraman olarak uyanıyorum: Eylemsiz Hamlet, çatı katında beslediği hayvanlarla konuşan Hedvig, odasına kapanıp yazan Treplev, yaşasaydı çevresel felaketlere karşı hepimizin en hızlısı olacak Doktor Stockmann’ın kızı, bir gün kapıyı çarpıp gidecek Nora ve daha sayısız nicesi… İtiraf edeyim, bazen az sorular ve net cevaplarla hayatı karşılayan insanlara gıpta ediyorum hocam. Yan komşumuz Rahime teyze örneğin, “Allah cezalarını vermesin, kız yine açmışlar ya Çin’deki o vahşi hayvan pazarını! Yine hastalık salacaklar ortalığa, nasıl insan bunlar yarasa yiyorlar” diyor. İyi de Rahime teyze “ bu yarasa yiyen adamın hikâyesi değil ki” diyeceğim geliyor, sonra boş veriyorum, “sence bu ortancadan çoğaltsam tutar mı Rahime teyze” diyorum. “Tutar yavrum, niye tutmasın” diyor aynı netlikle.
Mektubunuzda “merak ediyorum sen de benim gibi toplumsal cinsiyet konusuna ilgi duyuyorsun, acaba her şeye bu gözle de bakıyor musun?” diye sormuşsunuz. “Evet” hocam. Ama biliyorsunuz ben bu konuda ne bir tez yazdım ne de etraflıca çalıştım. İlgim yirmili yaşların sonunda tiyatro yüksek lisansında aldığım bir ders sayesinde başladı ve o serüven benim hayat yolculuğumda kendine pencere kenarında sabit bir yer kaptı. Benle beraber gördüğüm her şeyi izliyor, hissediyor, bazen geriye doğru bakıp geçmişimi, çocukluğumu yeniden kuruyor. Fark etmişsinizdir, benim yazılarımda hatta mektuplaşmalarımızda bile çekimine tutulduğum bazı kavramlar var. Yazıyla, tiyatroyla ve genel olarak sanatla kurduğum ilişki bir telafi estetiğine temelleniyor. Bir tür geri dönüştürme, yeniden kazanma çabası gibi. Toplumsal cinsiyet ve feminist teorilerin bana söylediği şey sadece toplumsal iktidar ilişkilerinin neden ve nasıl dağıtıldığı, bu dağılımdan tiyatro sahnesinde ve yaşamda bedenlerimizin -en çok da kadın bedenlerinin- payını nasıl aldığı ve hangi koşullarda, ne tür bir aradalık hallerinde bu orantısız dağılımı yeniden düzenleyebileceğimizi düşünmek ve sorgulamaktan ibaret değil yalnızca. İçimizi güçlendirmeyi, hayattan oyunsu bir haz almayı ve ona inat gitmeyi de telkin ediyor. Bir şey entelektüel bir merak konusu ya da üzerimize dönemsel yahut mevsim gereği geçirdiğimiz bir aba gibi durmak yerine kendi hayatlarımızdaki bir kördüğümü açan içsel, zorunlu bir ihtiyaç olarak geliyorsa anlamlı bir dönüşüme yol açabilir diye düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet konusuna ilgim bende bir çocukluk inadıymış, şimdi şimdi anlıyorum. Annemler sık sık anlatır, ben de hatırlarım. Hatta hatırladığım en eski anım: 3-5 yaşlarında sokağa çıplak çıkıp oyun oynama sevdasına tutulmuşum. Ne annem, ne babam çıplaklığımla başa çıkabiliyorlardı. Bir tek karşı komşumuz Ayşe teyzeyi hatırlıyorum. O, popoma vura vura zorla beni eve sokardı. Hala gözümün önünde. Ayşe teyze bahçe duvarına yaslanmış ezanın okunmasını bekliyor, ben de sokağa bakan salonun tül perdesi ardına saklanmış ezan okununca onun namaz kılmak için eve girmesini. Ezan sesi o gün bugün müthiş bir huzur ve mutluluk kaynağı benim için. O çocuk halimle ezan sesini duyunca sokak bir ibadet vakti kadar bir zaman için bana kalırdı. Ben de yine anadan doğma oynardım. Annem “bir gün sana evden çıkmayı yasak ettik, bu kez de soyunup pencere demirlerine oturuyor, Ayşe teyzeye inat yapıyordun. Hem korkuyordun ondan hem de bayılıyordun onunla inatlaşmaya” diyor. Sonra nasıl bir beden eğitiminden geçtim bilmiyorum. Hayat Ayşe teyzenin vurduğu şaplaklar kadar şefkatli değil. Ayşe teyze dışında hangi iktidar ilişkilerine hem korkuyla hem inatla yaklaştım, onu da bilmiyorum. Ne bedenime dair duyduğum o ilk anın farkındalığı ve hazzı kaldı geriye, ne de o inat. Karantina günleri, elektrikler kesilince hikâyeler anlatarak, şarkı söyleyerek etrafında toplandığımız bir mum ışığı gibi kimi karanlık anları aydınlatıyor hocam. Biz de dün akşam babamın yaptığı sütlaçları yerken annemden bu hikâyeyi yeniden dinledik. “Merak etme anne, ölmeden önce o pencere demirlerine bir gün yine eskisi gibi oturacağım” deyince “Allah göstermesin, ne biçim konuşuyorsun” dedi annem. “Hangisi anne? Ölecek olmam mı, yoksa çocukluğa dönecek olmam mı?” Annem metaforumu anlamadı galiba her iki koşulda da. Yani samimi olmak gerekirse hocam, toplumsal cinsiyet ve feminist çalışmalara duyduğum ilgi hayatımı tekrar o masumiyete ve çocukluğun o inatçı oyunbazlığına taşıma çabası galiba. Yıllar sonra, ben yirmisinde üniversite öğrencisiyken, bir bayram buluşması için bize gelen Ayşe Teyze “kızz, ne kadar büyümüşsün! Hala çıplak geziyor musun sokaklarda” dediğinde utancımdan yerin dibine girmiştim. Bu kez hatırlayan Ayşe teyze, unutturmaya çalışan bendim. Ama biliyorum kendime dair bir şeyler orada kuruldu, orada kökten değişti. Neticede yaptığımız her şey kendimizi anlamanın ve yeniden anlamlandırmanın, bu sayede az da olsa yaşamımızı güzelleştirmenin bir yolunu bulmak değil mi? Bugün bunları (parantez içinde de olsa utanmadan) anlatabilmek güzel!
Sizin hocam, hatırladığınız en eski anınız nedir? Var mı sizin de benzer bir yasaklama ve inat öykünüz? Paylaşmak isterseniz, seve seve dinlerim.
Çok sevgiler,
Eylem.
Comments